Müzik Sosyolojisi, müzikten ve kendine has bir alan olarak literatürde yer bulabilmiş ama üzerinde pek de durulmamış olan bir alandır. Müziğin bireysel etkileri asırlardır bilinse de toplumsal etkilerinin büyüklüğü konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Peki müzik nasıl ortaya çıkmıştır ve toplum için ne ifade eder? Müziğe tarihsel ve sosyolojik perspektiften bakıldığında insan ve toplum üzerindeki işlevi ve etkileri neler olmuştur?
Müziğin insanoğluyla birlikte var olduğu düşünülmektedir. Semboller kullanılarak yazıya aktarılabilse de duyumun insan üzerindeki etkisi bambaşkadır. Kelimelerin anlamını derinleştiren müzik, insana kendine has bir dille seslenir. Bu bakımdan müzik insan iletişimin bir parçasıdır.
Müzik üzerine farklı görüşler ve tanımlar bulunmaktadır. Platon’a göre müzik “Tanrı’nın dilidir.” Weber ise müziği “insan ruhunun dili” olarak tanımlar. Önemli bestekârlarımızdan Dede Efendi müzik için “insanlığın ahlakını arındıran kutsal bir bilim” tanımıyla müziğin daha manevi bir tarafı olduğuna işaret eder. Konfüçyüs ise daha metafiziksel bir pencereden bakar ve müziği gök ve toprak arasındaki uyuma benzetir. Kant’a göre müzik “hoş duyguları seslerle anlatma sanatıdır.” Müziğin öğelerinden yola çıkılarak daha pek çok tanım yapılmıştır. Müzik ses, ritim, melodi ve armoni bileşenlerinden oluşmaktadır. Eserin derinliğini belirleyen, anlam ve duyguyu arttıran nüans da bu bileşenlere dâhil edilebilir. Müzik bu bileşenlerin tümünü kullanarak insan ruhuna hitap etmeyi amaçlar. Tekniği ve etkili duygu aktarımını birleştirerek kendine has matematiğiyle insanlara sunulur. Günümüzde kapitalist toplumun ürettiği bir meta haline gelse de müzik insanın doğumundan ölümüne kadar ona eşlik eden kültürel bir varlık konumundan ayrılmamıştır. Hayatın ta kendisidir, hayatın her alanında var olur. Dini törenlere, kültürel faaliyetlere, insanın bireysel zevk anlarına eşlik eder. Arkadaşlık eder, sakinleştirir, heyecanlandırır. Zor zamanlarda insana kendini iyi hissettirir.
Labecka’ya göre her şamanın yardım eden kendi tanrıları, kendi ruhları ve başkalarının söylemeye cesaret edemediği kendi şarkısı vardı. (Labecka, 1995;77) Antik kültürlerden bu zamana müzik insanın tanrıları arasında bir köprü oluşturmuştur. Klasik Batı müziğinin temelleri kiliselerde atılmış, önemli bestekarlar temel müzik eğitimlerini kiliselerde almıştır. Müziğin dini ritüellerle ilk cağlardan beri sıkı bir ilişkisi vardır ve manevi eğitime katkı sunar. Din ve müzik arasında eğitici işlevi olan bir bağ vardır. Müzik aynı zamanda önemli bir kültür aktarım aracıdır ve aynı eğitici işlevi görür.
Peki çağımızda müzik nerededir? Daha önce de bahsettiğimiz gibi iletişim işlevi artmıştır ve artık bir metaya, potansiyeli çok yüksek bir endüstri ürününe dönüşmüştür. Medya sektöründe, propaganda aracı olarak ya da eğlence amacıyla vb. etkili bir biçimde kullanılmaktadır. Çağımızın hızlı tüketim alışkanlıklarından müzik de nasibini almıştır ve çok hızlı bir şekilde teknolojinin de gelişmesiyle milyarlarca ürün üretilmekte ve aynı hızda tüketilmektedir.
Müziğe Dair Sosyolojik Yaklaşımlar
Müzik sosyolojisi denince akla ilk gelen isimlerden biri Adorno’dur. Müzik ile ilgili görüşleri ilk kez 1932 yılında “Müziğin Toplumsal Konumu” başlıklı makalesinde yayımlanmıştır. Bu yazısında Adorno Frankfurt Okulu’nun sanattan beklediği ‘toplumsal değişime etkide bulunma’ misyonunun müzik için de geçerli olduğunu söylemiştir. Ona göre müziğin ilk göze çarpan özelliği toplumsal zıtlıkları temsil etmekte oluşudur. Müzik kendi formu içinde toplumsal zıtlıkların giderilmesinde ne denli derinlemesine yerine getirilirse kendi biçimsel dilindeki zıtlıkları da toplumsal devrimin sorunlarını da o denli dile getirir ve toplumsal değişim çağrısında bulunur. (Oskay, 1982:29-31)
Adorno’ya göre Wagner’in Tristan Operası’ndan itibaren müziksel üretim ve müziksel tüketim kapitalistik süreç tarafından özümsenmiş bulunuyordu. Bu süreç boyunca müzik onun dolaysız kullanımının içinde gerçekleştirmekte olduğu kültürel yaşam ortamından ayrılmış ve gelip geçici sesler topluluğu biçiminde bir meta haline gelmiştir. Yani müzik basit dolaysız kullanım biçiminden ayrıldıkça kendi yabancılaşmasını ve insandan soyutlanmasını da tamamlamış olur. (Sf 34-35)
18. yüzyılın sonlarından itibaren müzik dolaysız kullanım özelliğini yitirmiştir. Müzik bu dönüşümünden itibaren artık sadece soyut birimlerin alışverişinin yarattığı baskıları hafifleterek yarar sağlayabilmektedir. Bu alışveriş süreci içindeki yeri ve rolü de müziğin değerini göstermektedir. Buradaki rol bir meta rolüdür, değerini belirleyen ise pazardır. (S.33)
Müziğin kendi yabancılaşmasından kurtulabilmesi için toplumsal nitelikteki yabancılaşmasının sona erdirilmesine müzikçe katkıda bulunulmalıdır. Bu ise salt müziğin kendi içinde değil, toplumsal yaşamın bütünlüğü içinde gerçekleştirilebilir. (S.36-37)
Müzikle ilgili görüşleriyle öne çıkan bir diğer sosyolog ise sanatçı kimliğiyle de öne çıkan Georg Simmel’dir. Onun bilim anlayışı ve estetizmi oldukça gelişmiş olan ses, renk ve yaşam formlarıyla çevrilidir. Sanatsal betimleme ve analitik düşünme yeteneğiyle ortaya çıkan bu sentez müzik ve toplum arasındaki ilişkide de karşımıza çıkar. Simmel ile katıldığı 20. yüzyılın başındaki bir gösterinin ardından Weber Simmel’in müzikle oldukça ilgili olduğunu görür ve bunu “Müzik görünür bir biçimde onun bedeninde helezonik olarak gezindi.” sözleriyle ifade eder.
Simmel özellikle toplum [Gesselschaft] kavramının yerine ‘toplumlaşma’ kavramını kullanır. Çünkü toplum ancak “bir süreç ve oluşmayı ifade eden toplumlaşma halinin formları içinde kendini gösterir.” (Jung, 2001, s.44) Karşılıklı etki kavramını sosyal yaşantının pratiğine yansıtan Simmel, İsviçre’deki Alplere yapmış olduğu bir kültürel yolculuk sırasında doğa ile müzik arasındaki ilişkiye değinir. Müzikte abartılı bir eğitim değeri olduğuna inanan Simmel, müziğin ayni zamanda iç hayatı ve yaşamın diğer alanlarını da süsleyip zenginleştirdiğini düşünür. Müziğin bizde ortaya çıkardığı ve bize ait olduğunu ileri sürdüğümüz tüm heyecan ve yükselme anlarında notalarda kaybolarak kişinin ruh halini tam da hissettiği yerin zirvesinde bıraktığını belirtir. Böylece Simmel için muzik ruhun kültürel nesnelerden geçerek yüceliğe vardığı bir yoldur. (s. 220)
Simmel ilk kez 1882’de yayınlanan Psychologische Und Ethnologische Studien Über Musik (Müzik Üzerine Psikolojik ve Etnolojik Çalışmalar adlı eserinde evrim kuramının temel görüşleriyle Darwin’in tarihsel olarak müziğin sözden önce geliştiği kuramını tartışmaya açan Simmel’e göre ilk ortaya çıkan sözdür ve hem ritim hem modülasyona istinaden şarkının özünde duyguyla yoğunlaşan söz yer alır. Simmel gelişim sırasının söz, vokal, müzik ve enstrümantal müzik olduğunu öne sürer. (Simmel, 2015,sf 35-36)
J. J. Rousseau sözcüklerin ortaya çıkışını, dillerin kökeninin müzik ve melodiyle ilişkilerini ilk ses olarak kabul ettiği “doğanın çığlığında” arar. Melodi ve müziksel taklit ile ilişki içinde dillerin kökeni üstüne kaleme aldığı denemesinde Rousseau için “…ahenk ve tek tek sesler hecelerle doğar, güçlü duygulanım bütün organları konuşturur ve insanın sesini onların bütün görkemiyle donatır, böylece şiirlerin şarkıların ve sözün ortak bir kökeni olur… Ritmin ve ölçülü dönüşleri vurgulardaki melodili ton değişimleri dille birlikte şiir ve müziği doğurmuştur.” (sf.57) Rousseau’nun yaklaşımına benzer bir şekilde ölümünden bir asır sonra bu defa Simmel dilin önce geldiği, bir algı sanatı olarak müziğin ise belirli ölçüde daha yüksek bir farklılaşmış kültür olarak ondan sonra yer aldığını dile getirir.
Simmel’e göre sözlü müzik dışavurumsal duyguları doğal hallerde ifade ederken enstrümantal müzik nesnelliğe daha kolay ulaşır. Bu yaklaşım Simmel için “ideal sanat” anlamını taşır. Enstürmantal müzikte hisler kaybolmaz, müzik üretimini canlandırmaya ve bu üretimin kendisini canlandırmasına imkan vermeye devam eder. Ancak enstürmantal müzik ve icrası bu duyguları dolaysız bir biçimde ifade etmez. Müzik daha ziyade “duyguların güzellik aynasına yansıyan imgesine” dönüşür. Fakat insani duyguları ifade ederken izlediği yol daha dolambaçlıdır. Asıl duyguların bir nevi taklidi olduğu için kendini sözlü müzikteki gibi müzik deyimleri ve belirgin müzikal sembolizmi ifadeleriyle sınırlamaz. İfade biçimi keskin olmayan enstürmantal müzik bu nedenle sözlü müziğe nazaran daha kapsayıcıdır.
W.V. Blomster’in (2010) sosyoloji ve müzik arasındaki ilişki için vurguladığı nokta çok önemlidir. “Müziği toplumla ilişki içinde kavramak ve onu böyle bir etkileşimin temeli yapan bir kavramı gerektirir. Aynı zamanda müzik sosyolojisi eğer böyle bir yorumun tehlikelerini ve sınırlamalarını ihmal ederse gittikçe basit ve yüzeysel bir hale gelir. Bu nedenle müziğin doğasını ve onun ifade edici potansiyelini saptamaya yönelik içsel ihtimalleriyle birlikte düşünmek gerekir.” (s.495)
Sonuç
Bu yazımızda müzik ve müzik sosyolojisi konusunda yapılmış olan çalışmalar ışığında tarihsel ve kuramsal perspektiften bakarak bir çerçeve çizmeye çalıştık. Müziğin insan için yeri ve önemi düşünüldüğünde kültürel ve sosyolojik olarak bu şekilde bir gelişim göstermesi kaçınılmazdır. İnsanı etkileyen her türlü siyasi ve tarihi olaylar müziğe de şekil vermiş, sanatın çağa ve insana olan karşılıklı etkileşimi kültürün ve dünya uygarlığının gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Müzik sosyolojisi ise müzik kadar eski olmasa da kuramsal temelleri önemli düşünürler tarafından atılmış, çeşitli görüşlerle müzik ve toplum arasındaki ilişkiler açıklanmaya çalışmıştır. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan dönüşümlerin hayatımızın her alanında olduğu gibi müzik kültürünü ve piyasasını nasıl etkilediğini gözler önüne sermek amaçlanmıştır. İnsana ait olan her olgu gibi müzik de sosyolojinin ilgi alanına girmektedir.
Yorumlar 0